Cumartesi, Ocak 20, 2007

Uzgunuz...

Bu aralar moralimiz bozuk. Turkiye'den kotu haberler ust uste geldi. 10 gun kadar once, sevgili kardesimiz Balkir Unur babasini kaybetti, cok uzulduk...

Gecen hafta icinde ODTU-MD listesine gelen bir e-mailden ODTU Insaat'tan sinif arkadasim Isik Kagan Ulus'u kaybettigimizi ogrendim. Daha 35'inde kalp yetmezliginden gocmus gitmis sevgili kardesimiz. 200 kisi girdimiz bolumden 160 kisi mezun olduk. Genc yasta kansere yenik dustu bir kardesimiz, trafik kazalarinda kaybettik bir kacimizi. Hepsi ayri bir aci...

Dun de sadece yazilarindan tanidigim, sevdigim bir aydini, Hrant Dink'i, zorbalara kurban verdik. Ona da cok canim yandi. Turkiye'yi onu kursunlayanlardan cok daha fazla seven bir insani kaybettik. Dusunce ozgurlugunu kisitlayan, yazarlarimizi, aydinlarimizi mahkemelerde surunduren 301 nolu kanunumuzdan muzdarip idi o da. Asagiya Agos'ta yayimlanan son
yazilarindan birini kopyaliyorum. Yaziktir, gunahtir....

Ruh halimin güvercin tedirginliği

Başlangıcında, “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla Şişli Cumhuriyet Savcılığı’nca hakkımda başlatılan soruşturmadan tedirginlik duymadım. Bu ilk değildi. Benzer bir davaya zaten Urfa’dan aşinaydım. 2002 yılında Urfa’da gerçekleşen bir konferansta yaptığım konuşmada “Türk olmadığımı... Türkiyeli ve Ermeni olduğumu” söylediğim için “Türklüğü aşağılamak” suçlamasıyla üç yıldan beri yargılanıyordum.
Duruşmaların gidişatından dahi habersizdim. Hiç ilgilenmiyordum. Urfa’dan avukat arkadaşlar gıyabımda yürütüyorlardı celseleri. Şişli Savcısı’na gidip ifade verdiğimde de hayli umursamazdım. Sonuçta yazdığıma ve niyetime güveniyordum. Savcı, yazımın sadece birbaşına hiç bir şey anlaşılmayan o cümlesini değil, yazının bütününü değerlendirdiğinde, benim “Türklüğü aşağılamak” gibi bir niyetimin bulunmadığını kolaylıkla anlayacaktı ve bu komedi de bitecekti. Soruşturma sonunda bir dava açılmayacağına kesin gözüyle bakıyordum.

Kendimden emindim
Ama hayret işte! Dava açılmıştı. Yine de iyimserliğimi kaybetmedim. O kadar ki, telefonla canlı olarak bağlandığım bir televizyon programında, beni suçlayan avukat Kerinçsiz’e “Çok heveslenmemesini, bu davadan herhangi bir ceza yemeyeceğimi, eğer ceza alırsam bu ülkeyi terk edeceğimi” dahi dile getirdim. Kendimden emindim, gerçekten yazımda Türklüğü aşağılamak gibi bir niyetim ve kastım -hiç ama hiç- yoktu. Dizi yazılarımın tamamını okuyanlar bunu çok net olarak anlayacaklardı. Nitekim işte, bilirkişi olarak tayin edilen İstanbul Üniversitesi öğretim üyelerinden oluşan üç kişilik heyetin mahkemeye sunmuş olduğu rapor da bunun böyle olduğunu gösteriyordu. Endişelenmem için bir sebep yoktu, davanın şu ya da bu aşamasında muhakkak yanlıştan dönülecekti.

“Ya sabır” çeke çeke...

Ama dönülmedi. Savcı, bilirkişi raporuna rağmen cezalandırılmamı istedi. Ardından da hakim altı ay mahkumiyetime karar verdi. Mahkumiyet haberini ilk duyduğumda, kendimi, dava süresi boyunca beslediğim ümitlerimin acı tazyiki altında buldum. Şaşkındım... Kırgınlığım ve isyanım had safhadaydı. “Bak şu karar bir çıksın, bir beraat edeyim, siz o zaman bu konuştuklarınıza, yazdıklarınıza nasıl pişman olacaksınız” diye dayanmıştım günlerce, aylarca. Davanın her celsesinde “Türkün kanı zehirlidir” dediğim dile getiriliyordu gazete haberlerinde, köşe yazılarında, televizyon programlarında. Her seferinde “Türk düşmanı” olarak biraz daha meşhur ediliyordum. Adliye koridorlarında üzerime saldırıyordu faşistler, ırkçı küfürlerle. Pankartlarla hakaretler yağdırıyorlardı. Yüzlerceyi bulan ve aylardır yağan telefon, email, mektup tehditleri her seferinde biraz daha artıyordu. Tüm bunlara “Ya sabır” çekip, beraat kararını bekleyerek dayanıyordum. Karar açıklandığında nasıl olsa gerçek ortaya çıkacak ve bu insanlar yaptıklarından utanacaklardı.

Tek silahım samimiyetim

Ama işte karar çıkmıştı ve tüm ümitlerim yıkılmıştı. Gayrı, bir insanın olabileceği en sıkıntılı konumdaydım. Hakim “Türk Milleti” adına karar vermişti ve benim “Türklüğü aşağıladığımı” hukuken tescillemişti. Her şeye dayanabilirdim ama buna dayanmam mümkün değildi. Benim anlayışımla, bir insanın birlikte yaşadığı insanları etnik ya da dinsel herhangi bir farklılığı nedeniyle aşağılaması ırkçılıktı ve bunun bağışlanır bir yanı olamazdı. İşte bu ruh haliyle, kapımda hazır bekleyen ve “Daha önce dile getirdiğim gibi ülkeyi terk edip etmeyeceğim”i teyit etmek isteyen basın ve medyadan arkadaşlara şu açıklamada bulundum: “Avukatlarıma danışacağım. Yargıtay’da temyize başvuracağım ve gerekirse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne de gideceğim. Bu süreçlerden herhangi birinden aklanamazsam ülkemi terk edeceğim. Çünkü böylesi bir suçla mahkum olmuş birinin benim kanaatimce aşağıladığı diğer yurttaşlarla birlikte yaşama hakkı yoktur.” Bu sözleri dile getirirken yine her zamanki gibi duygusaldım. Tek silahım samimiyetimdi.

Kara mizah

Ama gelin görün ki beni Türkiye insanının gözünde yalnızlaştırmaya ve açık hedef haline getirmeye çalışan derin güç, bu açıklamama da bir kulp buldu ve bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan hakkımda dava açtı. Üstelik bu açıklamayı tüm basın ve medya vermişti ama onların gözüne batan ille de AGOS’takiydi. AGOS sorumluları ve ben, bu kez de yargıyı etkilemekten yargılanır olduk. “Kara mizah” dedikleri bu olsa gerek. Ben sanığım, bir sanıktan daha fazla kimin yargıyı etkileme hakkı olabilir ki? Ama bakın şu komikliğe ki sanık bu kez de yargıyı etkilemeye çalışmaktan yargılanıyor.

“Türk Devleti adına”

İtiraf etmeliyim ki Türkiye’deki “Adalet sistemi”ne ve “Hukuk” kavramına olan güvenimi fazlasıyla yitirmiş durumdaydım. Nasıl yitirmeyeyim? Bu savcılar, bu hakimler üniversite okumuş, hukuk fakültelerini bitirmiş insanlar değiller mi? Okuduklarını anlayacak kapasitede olmaları gerekmiyor mu? Ama gelin görün ki, bu ülkenin Yargı’sı bir çok devlet adamının ve siyasetçinin de dile getirmekten çekinmediği gibi bağımsız değil. Yargı yurttaşın haklarını değil, Devlet’i koruyor. Yargı yurttaşın yanında değil, Devlet’in güdümünde. Nitekim şundan bütünüyle emindim ki, hakkımda verilen kararda da her ne kadar “Türk Milleti adına” deniyor olsa da, şu çok açık ki “Türk Milleti adına” değil, “Türk Devleti adına” verilmiş bir karardı bu. Dolayısıyla, avukatlarım Yargıtay’a başvuracaklardı, ama bana haddimi bildirmeye karar vermiş derin güçlerin orada da etkili olmayacaklarının garantisi neydi? Hem sonra zaten, Yargıtay’dan hep doğru kararlar mı çıkıyordu? Azınlık Vakıfları’nın mülklerini elllerinden alan haksız kararlara aynı Yargıtay imza atmamış mıydı?

Başsavcının çabasına rağmen

Nitekim işte başvuruda bulunduk da ne oldu? Yargıtay Başsavcısı tıpkı bilirkişi raporunda olduğu gibi suç unsuru bulunmadığını belirtti ve beraatimi istedi ama Yargıtay yine de beni suçlu buldu. Ben yazdığımdan ne kadar eminsem Yargıtay Başsavcısı da o kadar okuyup anladığından emindi ki, karara da itiraz etti ve davayı Genel Kurul’a taşıdı. Ama, ne diyeyim ki, bana haddimi bildirmeye soyunmuş olan ve muhtemelen de davamın her kademesinde bilemeyeceğim yöntemlerle varlığını hissettiren o büyük güç, işte yine perde arkasındaydı. Nitekim Genel Kurul’da da oy çokluğuyla benim Türklüğü aşağıladığım ilan edildi.

Güvercin gibi
Şu çok açık ki, beni yalnızlaştırmak, zayıf ve savunmasız kılmak için çaba gösterenler, kendilerince muradlarına erdiler. Daha şimdiden, topluma akıttıkları kirli ve yanlış bilginin tesiriyle Hrant Dink’i artık “Türklüğü aşağılayan” biri olarak gören ve sayısı hiç de az olmayan önemli bir kesim oluşturdular. Bilgisayarımın güncesi ve hafızası bu kesimdeki yurttaşlar tarafından gönderilen öfke ve tehdit dolu satırlarla yüklü. (Bu mektuplardan birinin Bursa’dan postalandığını ve yakın tehlike arzetmesi açısından da hayli kaygı verici bulduğumu ve tehdit mektubunu Şişli Savcılığı’na teslim etmeme rağmen bugüne değin herhangi bir sonuç alamadığımı yeri gelmişken not düşeyim.) Bu tehditler ne kadar gerçek, ne kadar gerçek dışı? Doğrusu bunu bilmem elbette mümkün değil. Benim için asıl tehdit ve asıl dayanılmaz olan, kendi kendime yaşadığım psikolojik işkence. “Bu insanlar şimdi benim hakkımda ne düşünüyor?” sorusu asıl beynimi kemiren. Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların “A bak, bu o Ermeni değil mi?” diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum. Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye. Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik. Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik. Tıpkı bir güvercin gibiyim... Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım. Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.

İşte size bedel

Ne diyordu Dışişleri Bakanı Abdullah Gül? Ne diyordu Adalet Bakanı Cemil Çiçek? “Canım, 301’in bu kadar da abartılacak bir yanı yok. Mahkum olmuş hapse girmiş biri var mı?” Sanki bedel ödemek sadece hapse girmekmiş gibi... İşte size bedel... İşte size bedel... İnsanı güvercin ürkekliğine hapsetmenin nasıl bir bedel olduğunu bilir misiniz siz ey Bakanlar..? Bilir misiniz..? Siz, hiç mi güvercin izlemezsiniz?

“Ölüm-Kalım” dedikleri

Kolay bir süreç değil yaşadıklarım... Ve ailece yaşadıklarımız. Ciddi ciddi, ülkeyi terk edip uzaklaşmayı düşündüğüm anlar dahi oldu. Özellikle de tehditler yakınlarıma bulaştığında... O noktada hep çaresiz kaldım. “Ölüm-Kalım” dedikleri bu olsa gerek. Kendi irademin direnişçisi olabilirdim ama herhangi bir yakınımın yaşamını tehlike altına atmaya hakkım yoktu. Kendi kahramanım olabilirdim, ama bırakın yakınımı, herhangi bir başkasını tehlikeye atarak, yiğitlik yapmak hakkına sahip olamazdım. İşte böylesi çaresiz zamanlarımda, ailemi, çocuklarımı toplayıp, onlara sığındım ve en büyük desteği de onlardan aldım. Bana güveniyorlardı. Ben nerede olursam onlar da orada olacaktı. “Gidelim” dersem geleceklerdi, “Kalalım” dersem kalacaklardı.

Kalmak ve direnmek

İyi de, gidersek nereye gidecektik? Ermenistan’a mı? Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi? Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi. Şunun şurasında üç gün Batı’ya gitsem, dördüncü gün “Artık bitse de dönsem” diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım? Rahat bana batardı! “Kaynayan cehennemler”i bırakıp, “Hazır cennetler”e kaçmak herşeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik. Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915‘teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı... Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.

Ürkek ve özgür
Dilerim böylesi bir terk edişi hiç ama hiç yaşamak mecburiyetinde kalmayız. Yaşamamak için fazlasıyla umudumuz, fazlasıyla da nedenimiz var zaten. Şimdi artık Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuruyorum. Bu dava kaç yıl sürer, bilemem. Bildiğim ve beni bir miktar rahatlatan gerçek şu ki, hiç olmazsa dava bitene kadar Türkiye’de yaşamaya devam edeceğim. Mahkemeden lehime bir karar çıkarsa kuşkusuz çok daha sevineceğim ve bu da demektir ki artık ülkemi hiç terk etmek zorunda kalmayacağım. Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.

Hrant Dink (19 Ocak 2007) AGOS Sayı: 564

Neymis?


World of Warcraft tutkumu iyice asikar ettikten sonra, artik nerde bir haber gorse mutlaka gonderiyor bana dostlarim. Gecen hafta oyuna yeni ozellikler katan genisletme paketi (Expansion Pack) cikti piyasaya ve tum dunyada haber oldu haliyle.

Sabah 4:26'da bir e-mail gelmis Murat Uygur kardesimden. Alp uyutmadi herhalde :) Radikal'de "40 bin kisinin akli bu oyunda" basligi altinda bir yazi varmis. Tum dunyada 8 milyonun uzerinde kullanicisi var oyunun, demek ki Turkiye'den de epey bir oyuncu varmis. Haber, oyunu tanitmis ama klasik laubali, abartili Turk gazeteciligi kendini gostermis kimi yerlerinde...

Yok efendim Blizzard hangi saatte oyunun nerde piyasaya cikacagini kontrol ediyormus, yoksa internet cokermis. Cahillik olduklarindan midir, yoksa "cahillere yaziyoruz" kafasinda olduklarindan midir (bence 1.si) bilmem, boyle sacma sapan laflar ediveriyorlar ve kizdiriyorlar beni iste.

Oyun birbiri ile baglantisi olmayan bir suru "dunya" da oynaniyor. Ornek vereyim, ben oyuna basladigimda "Durotan" diye bir dunya ("realm") secmistim. Diyelim ki Durotan realmini ayakta tutan 5 tane sunucu bilgisayar olsun, toplam bir kapasitesi var bu sunucularin. Atiyorum ayni anda 20,000 kisi oynayabilir. 20,001. kisi Durotan'a katilmak istediginde, giremiyor ve kuyruga giriyor. Birileri cikinca baskalari katilabiliyor.

Durotan acaip yogun bir realm idi ve hemen her gece uzun sure (bazen 1 saat) kuyrukta beklemek gerekiyordu oyuna girmek icin. Bir kere bir realm'i secince, oraya bagli kaliyorsunuz ve baska bir realm'e gecmek isterseniz para oduyorsunuz Blizzard'a. Yalniz sikayetler tavana cikinca, Blizzard bedava gecis imkani verdi.

Benim uye oldugum ekip ("guild" deniliyor oyunda), Dignitas, Blizzard'in onerdigi ve bedava gecis imkani verdigi "Arygos" realm'ine tasinma karari aldi. Ben de onlara uyup tasindim yeni realm'e. Dedigim gibi realm'ler birbirlerinden kopuk. Dolayisiyla "Durotan" daki arkadaslariniz orda kaliyor, haberlesemiyorsunuz ve onlari gormuyorsunuz artik.

Yani "internet filan gocmez kardesim, yalan yanlis yazmayin" diyecem ama dinleyen kim :)

Durotan gibi pek cok 'eski' realm zor durumda aslinda, cunku saatlerce kuyrukta beklemek istemiyor hic kimse. Ote yandan, arkadaslari filan orda, birakip hic tanimadigi insanlarin oldugu yere gitmek de istemiyor insanlar. Blizzard dun, pek cok yeni "bedava" tasinma imkani tanidi ve eger insanlar tasinmazlarsa, zorla realmleri boleceklerini ilan ettiler.

Oyunun oldukca sosyal bir tarafi var. Surekli ekibinizle yazisiyorsunuz, basiniz dara dusunce yardiminiza kosuyorlar (tabii bu islerin adabini ogrenip sizde baskalarina yardim ediyorsunuz"), isinize yarayacak ama belki oyun icindeki Muzayede Evlerinde (Auction House) dunyanin parasini odeyip alacaginiz seyleri bedava veriyorlar. O yuzden iyi bir guild'in olacak su dunyada mirim :) Benimki, Dignitas, cogu evli, cocuklu, 30+ yasinda, dunyanin dort bir tarafindan uyesi olan akli basinda bir grup. O yuzden Bezen'in deyisiyle "Seviyorum ben onu" :)

Oyunun bana gore hos bir tarafi da su: bir suru yasli, torun sahibi, emekli insan oynuyor oyunu. Bu insanlar, torunlari ile oynuyorlar! Dusunsenize, cocuk eve geliyor, oyuna giriyor ve dedesi o gun oyundan kazandigi, onun isine yarayacak degerli bir seyi gondermis posta kutusuna :) Veya birlikte akin ciktigi, kendisinden kuvvetli birilerine karsi onu koruyacak bir babaannesi var. Teknolojiyi icsellestirmis bir toplumda yasamanin boyle hos taraflari var cocuklar icin...

Realm konusuna donersek, az insanin oldugu bir realm'de farkli bir oyun stili gelistirmeniz gerekiyor. Ornek: Herkes gibi ben de sik sik muzayede evlerine gidip, ne var ne yokmus, ne satabilirim, ne alabilirim diye bakiyorum. Durotan cok kalabalik oldugundan, daha cok alici ve daha cok satici vardi. Arygos'da daha az kullanici oldugundan hem bir sey bulmak zor hem de fiyatlar daha pahali. ama eve gelip saatlerce oyuna girmek icin kuyrukta beklemekten iyidir...

Çarşamba, Ocak 17, 2007

Evleniyoruz


Galiba oluyor, galiba ev sahibi olacagiz uc vakte kadar! Hersey yilbasindan birkac gun once basladi. Kabilemizin bir kisminin da oturdugu siteyi gozumuze kestirmistik bir zamandir. Civarda yanina yaklasilabilir turden evlerin en genci 40 yillik. Nerdeyse 100 yillik olanlari da var. Eh bu kadar genc! evler ne tur sorunlar acabilir insanin basina, dusunmek urkutuyor tabi. Cicegiburnunda sitemiz henuz 6 yillik, secim yapmak cok zor olmadi tabi. Son birkac yil icinde ev fiyatlari alip basini gidince bakakalmistik hizla artan fiyatlarin ardindan. Simdi market sakinlesti gibi, biraz dusme bile var hatta. Tekrar basimizi cikardik kabugumuzdan ve begendigimiz (ama o anda hicbiri satilik olmayan) modelin yolunu gozlemeye basladik. Yilin son haftasi cikti piyasaya bizim ev. Yilin son gunu de gittik gorduk.

Evsahibiyle pazarliklar, inerdin inmezdin derken anlastik ve islemler baslatildi. Closing'i (tapunun el degistirmesi desem olur herhalde...di mi) Subat ortasina istedigimiz icin islemlere hizlica baslamak gerekti. Ev alirken ne yapilmasi gerekiyormusu bir sonraki post'da yazacagim.

Zamanlamasi cok iyi oldu aslinda cunku kira sozlesmemiz Subat sonu bitiyor. Sozlesme yillik uzatiliyor ve arada bozarsaniz yonetici firmanin yilin kalan kismindaki kirayi size odetme hakki var. Is o asamaya gelmeyebilir tabi yeni kiraci bulurlarsa ama gunahimi bile vermeyecegim bu yonetici firmalarinin boyle bir haklarinin oldugunu ve isterlerse kullanabileceklerini bilmek bile yeterince sinir bozucu. Evsahibiyle anlastigimizda ayin 5'iydi, hemen yonetici firmayi aradim ve sozlesmeyi yenilemeyecegimizi soyledim. Ilk laflari "hmm gec haber veriyorsunuz yalniz, sozlemeye gore 60 gun onceden haber vermeniz gerekiyor, oysa siz 5 gun gecikmis oluyorsunuz" oldu. Hey allahim. Sanirim depozitimize el koyma haklarini sakli tutmak istiyorlar. Neyse, niyesini anlattim adama, o da elimden geleni yaparim burdakileri 5 gune sorun cikarmamalari icin dedi. Hatta Subat sonuna tum islemleri bitirme niyetimizi pek gercekci bulmadi, kendisi cok sorun yasamis ev alirken, kiraci bulunmazsa ve islemleriniz tamamlanmazsa bir ay daha kalmaniza izin verecegim bile dedi konusmanin sonunda, inanamadim. Cok hosuma gitti, hic boyle bir kibarlik beklemiyordum kendilerinden.

Simdi efenim, bu bizim pek buyuk bir adim ki oyle boyle degil. Ilk kez 1 odalidan daha buyuk bir evimiz olacak. Hep tek odali ve kucuk oldu bizim oturdugumuz yerler. Hele Ankara'daki ev evlere senlikti, tami tamina 48 m2'ydi. Emlak vergisi icin vergi dairesine gittigimde metrekareye bakan gorevli gerisi nerde bunun diye sormustu mesela. Salonunda pencere olmayan bir ev olabilir mi, oluyormus iste. Ahh, bir de sayaci kontrol etmeye gelen elektrikci amcamizin tepkisi vardir ki hala cok eglenirim hatirladikca. Kapidan iceriye soyle bir bakan amca diger odalari sormustu (gonlu zengin adamin). Hangi diger odalar amcacim hepsi bu iste cevabini alinca da pek bi uzulmustu bizim icin. Iki kisiyiz yetiyor dedigimde aldigim cevap "Bugun iki kisiniz ama yarin uc olursunuz, dort olursunuz, bes olursunuz" olmustu. Ben, ben sana naaptim amca modunda dehset icinde bakarken uc cocugu herhalde yeterli bulan adam beste durmustu neyse ki:))

Pazar, Ocak 07, 2007

2007'nin Ilk Yazisi


Ehem, yeni yiliniz kutlu olsuuun demek icin biraz gec mi kaldim ne, ayin 7si olmus bile:) Kafam mesgul da son gunlerde biraz. Niyesini birkac hafta icinde yazarim, henuz erken. Adil zaten kayiplarda, warcraftla yatip warcraftla kalkiyor:) Yilbasi yazisi kaynamis gitmis boylece arada, idare ediverin artik. Yeni yilin ilk yazisi da tam bana uygun olarak bogaz ustune:))

Havalarimiz bir guzel bir guzel sormayin. Sanki Nisan basindaymisiz da artik yazliklari cikarma zamani geliyormus yavastan gibi bir ruh hali icindeyim ben de. Nasil olmayayim ki, dun 20 (70 F) dereceydi. Kisa kollu tisortler ve kisa pantalonlarla disaridaydi millet. Hic sikayetim yok valla, surdan direk bahara gecsek gikim cikmaz. Rekor sicakliklara bakarsak daha once de havanin boyle oldugu Ocak aylari olmus burda. Bayagi once (1960) ama olmus mu olmus. Illa kotu bir anlama gelmiyordur belki, dongusel birseydir mesela diye dusunmek istiyorum.

Bugun pasta dekorasyonu ustune bir kursa basladim. Yakinimiza Michaels acildi. Michaels, el sanatlari ve hobi malzemeleri satan bir magaza. Gun icinde, arada da aksamlari, bazi kurslar veriyorlar. Hem yetiskinlere hem cocuklara yonelik kurslari oluyor. Kucuk cocuklarin anneleri ile katilabildikleri aktivite saatleri de var. Hosuma gidiyor boyle seyler. Bu da boyle bir etkinlik. Pazar gunleri ikiser saat, dort hafta surecek. Cok temel bir kurs bu. Ileri asamali olanlari da var ama hepsi hafta ici maalesef. Aksam da olsa bana gore cok erken saatte basliyorlar. Soyle 8'de falan baslayani lazim bana:) Belki onumuzdeki aylarda onlardan birini de haftasonuna koyarlar. Balcayla beraber gidiyoruz. Konuskan, cok tatli bir ogretmenimiz var. Bugun o yapti biz izledik, haftaya da biz yapacakmisiz. Kek ve icing (turkcesini bilmiyorum) yapip goturecekmisiz, orda da susleyecekmisiz. Cok eglenceli olacak. Icing iyi hos da cok pudra sekeri kullaniliyor yahu. Tatliya bayilmama ragmen evde yaparken sekerden ve yagdan bayagi caliyorum, yerlerine pekmez gibi daha saglikli alternatifler bulmaya calisiyorum, hem o zaman daha az vicdan azabi duyarak daha fazla yiyebiliyorum hehe:) Resimdeki kucuk bir kek ve onu kaplayacak icing icin 450 gr pudra sekeri kullanildi. Demek ki neymis, bundan sonra icingli bir pasta yerken icing bir kenara itilecekmis:))